23 Kasım 2010 Salı

ANLARDAKİ KENDİMLE KONUŞMALARIM






















Öylesine gerilere dönmek,uçsuz bucaksız evreni(ki mutlak bir sonu vardır,yalnızca bizim bulunduğumuz noktadan böyle gözüküyordur) tanımak,yaşamak,düşünmek ya da düşlemek uçuk bir fikir midir,bilmiyorum…

Hayat bir nefestir ve ölümde nefesin bitmesi.Hayat ve ölüm arasındaki o an kadar kısa zamanda hayat yolumuz. Doğduğumuz andan adım adım gideriz hep ileri, hep yeniye karşı zamanla yarışırız, belki de. Tükettiğimiz beni fark edene kadar.Fark ettiğimizde (ki bu kendime özgü düşüncelerim) büyürüz. Aynaya baktığımızda akıl ve yüreğimizin zamanı kendimiz olduğu için yaşamak istediklerini fark ederiz.Kimi zaman yaşanan hayatın yalnızca ileri koşmak değil de gerilerde bıraktığımız ya da biz nefes bile olarak var olmadığımızda olan bir şeyleri anlayabilmek,öğrenmek,tadına varmak olduğunu fark ederiz.
 

Uzanan uçsuz bucaksız mavinin her tonunda,yaşayan bir deniz kızı vardır ve gecede koyu lacivertte dönüştüğünde kim bilir neler öğrenebiliriz...
Lacivert;sevdiğin renklerden biri,önce deniz sonra aşkın gözleri,gecenin siyahında gölgeler belki de.Kırmızı kadar sıcak,kimi zamanda beyaz kadar soğuk...
Denizi seyrederken,binlerce tonunu yakalayabilirsin,ki kıyıya yanaşırken bir dalganın ucunda,beyaz bir hareketlenme olur laciverdin her tonunda.Lacivertte ne kadar özgürsen(yalan yada saklamak değil),beyazı da zamanı çabucak harcayan,bir tükeniş duygusu uyandırır,yok olurken hışırtısıyla...
Gece de ay yoksa,yıldızlarda küskünse,görebileceğim kadar yakamozlar çizebilirim denizin üstüne.Öyle bakarım ki denize,ince kumlarında yosunların arasından bir parıltı yansır denizin üstüne;işte siyahın lacivertti tükettiği sularda,küçük bir balığın dans edişi yansır gözlerime,yok sandığın yakamozların yerine..Sevdiğin deniz armağan etmiştir gümüşlerin dans eden parıltısını,bakmasını bilen simsiyah gözlerine…
 

Sabahın erken saatlerinde, yüzünü bile göstermemişken güneş, içinin üşüdüğünü hissettiğin bir anda ve renklerin gökyüzünde en anlaşılmaz lakin muhteşem bir karışım gibi olduğu o anda,pencerenin buğusunu silip yada balkona çıkıp bakarsın ya bahçeye ve yapraklarda zarif su damlacıkları vardır, dokunsan yaprağın gözyaşıymış gibi akacak, dokunmasan yine akacak.Yaprağın gözyaşları sevinçtir, toprağa.Böyle düşündüğünden  tebessüm edersin, yeni başlayan güne…
Sonra bahçe sonunda yol boyu uzanan çınar ağacının sarı/kahverengi yaprakları takılır gözlerine.Sonbahar yağmurları bir iki yaprak bırakmıştır dallarında.
Diğerleri, sokağın ıslak kaldırımında yürüyen adımların altında darmadağınlığını yaşamaktadır.Sonbaharın renkleri sarı, kahverengi.
Biraz da kızılın tonları.Yağmur yağdığında, havanın buz grisinden midir,bilinmez renkler üşümüş gözükür,gözüne.
Çıkarsın dışarı,yürümeye başlarsın. İstemeden de olsa bastığında çıtırtısından anları hatırlatan ezgiler yaratırsın.Sonra hüzünlenirsin,duyduğun çıtırtılar ya yaprağın gözyaşlarıdır yada yüreğe yer etmiş sevdanın fısıldayan sesi…
Diğer yandan aniden çıkan (cılız denecek kadar bile olsa)güneşin ışınları buzlaşmış görünen sarı, kahverengiyi,kızıla içinizi ısıtan bir güzelliğe dönüştürmez mi?Ağır bir valsten,ateşli bir tangoya geçmek gibi...
…………………
………………….

Öylesine gerilere dönmek,uçsuz bucaksız evreni(ki mutlak bir sonu vardır,yalnızca bizim bulunduğumuz noktadan böyle gözüküyordur) tanımak,yaşamak,düşünmek ya da düşlemek uçuk bir fikir midir,bilmiyorum…

Ve geriye döndüğünde,düşünceleriyle konuşmayı seven deli bir yüreksen başlarsın hayattan,aklına gelen anlar düşer kalemin ucundan beyaz sayfalara.Ve beyaz sayfalar uçsuz bucaksızın evrenin oluverir, bir anda.Sevgiyle kalın…

Ş.Ö

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder